30 Aralık 2006

yumurta (sarısı) süzgeci

Ciğ yumurtanın sarısını beyazından ayırmaya yarayan bir araç :) (bkz: haha.nu)

gereksiz bilgiler topagı


132 IQ ile Hollywood''un en "zeki" isimlerin biri olan Nicole Kidman''ın hayatta en büyük korkusu kelebekler... Kidman ne zaman rengarenk bir kelebek görse, bulunduğu yeri kaçarak terkediyor.

30 aralık

- Sabah erken saatlerde Saddamın idamı gercekleşmiş. Suc listesi için tıklayınız Son sözleri "Birleşeceğinizi umuyorum. Koalisyona güvenmeyin, birleşin" olmuş...

- Show tv de yayınlanan Türkler le Yunanlıları karşı karşıya getiren Survivor yarışmasında kazanan en zayıf halka olarak görülen "45 yaşındaki Derya" olmuş.

29 Aralık 2006

bayram-yılbaşı

27 Aralık 2006

vista mı oda ne?



Vista Transformation Pack yükledim ama makina kağnıya döndü. Makinasına güvenenen deneyebilir bastan aşagıya görünümü değiştiriyor. (bu arada japon kız bir süredir duvar kagıtı duruyor masaüstünde :) )

26 Aralık 2006

kurtlar vadisi yeniden...

23 Aralık 2006

bir kac fotograf

hoş bir şey :) (bkz)

bu daha hoş birsey :) (bkz)

bu biraz soğuk (bkz)

bir kedicik (bkz)

bir köpekcik (bkz)

bir başka şişko kediş (bkz)

2006 en iyi fotoları (bkz)

eski elektronik aletler (bkz)


20 Aralık 2006

:Pp

Tavuklar çiçek açmış
Ellerinde poaça
Madem yüzme bilmiyodun
Niye çıktın ağaca
Alakaya maydonoz
Bu ne biçim lacivert
Seni çok seviyorum
Yaşasın cumhuriyet

Bugün hava güneşli, Yarın yıldızlı ertesi gün galaksili olacak

Annem git buzlukdan Cola'yı al dedi, ben zoru seçtim!

Yaşamak Temel'in canına tak edince, çekmiş kaleşnikofu canına Tak Tak Tak etmiş

Sana mirasımı bırakıyorum oğlum: istanbuldan 3 daire, 2 kare, bir dikdörtgen

x: Msn adresimi nerden aldın?
y: carrefour'dan aldım

biraz dedikodu..

Pink Koyunlar icin konuştu..

Kurban Bayramı öncesi ilginç bir konu.
Anladıgım kadarıyla yünü için üretimi (Avusturalya) yapılan koyunlara yapılan muamelenin protesto edilmesi isteniyor. Ne kadar Türkiye ismi video da geçsede bizde böyle kötü bir muamele yapılacagını sanmıyorum canlı canlı hayvanlara. (bkz.)




Gegiren tıkınan britney apla


2006 ın icinde ünlü olan en çok izlenen videosuymuş. Geğiren birseyler tıkınan abuk subuk şımarık bir britney seyretmek isteyenler için. Çok şımardı çokk. Bu ne hal demeden edemiyorum yani..
(İngilizcesi iyi olanlardan yorum bekliyorum ben anlamadım pek de ... (: )

17 Aralık 2006

ntv almanak

Ntv nin sayfasından 2006 yılı almanagına ulaşabiliyorsunuz. Fotograflarla günün önemli olaylarını hatırlamak istiyorsanız.

Ocak-Şubat-Mart
Nisan-Mayıs-Haziran
Temmuz-Ağustos-Eylül
Ekim-Kasım-Aralık

dün bizim buralardaydı ...

"Bazı hazımsızlar var, ne diyorlar; erken seçim, bayram değil seyran değil nereden çıktı bu erken seçim. Anayasa'da ne diyor? 5 yıl. Millet ne dedi? Ey AK Parti ben seni 5 yıllığına iktidara getiriyorum, dedi mi? Dedi. Şu anda biz görevimizi yapıyoruz ve bu görevi de 5 yıllığına aldık, 4 yıl doldu ve cumhuriyet tarihinde ilk defa 5. yıla girdik" (haber)

14 Aralık 2006

turkish to english, english to turkish

inglizceden Türkçeye ceviri
>> örnek http://babel.gts-translation.com/geturl?direction=50&input_url=


Turkish to English translation

>> sample http://babel.gts-translation.com/geturl?direction=63&input_url=

12 Aralık 2006

fazla mal göz cıkarmaz(mış)

(kyn) milliyet mizah

chat evliligi

insaf be kardeşim insan 18 günde aldıgı balıktan ne biliyim kediden bile sıkılmaz :Pp

10 Aralık 2006

orhan pamuk - babamın bavulu

Babamın Bavulu - Orhan PAMUK (Officical web site , info)
(Orhan Pamuk won the Nobel Prize in Literature 2006)


Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
“Bir bak bakalım,'' dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın.'' Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.

devamını oku ..

Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.
Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.
Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valéry’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası –dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.
Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.
Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.
Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.
Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris’e gitmiş, otel odalarında –başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın –tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.
Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.
Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.
Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde “eksik'' bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.
Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel duygu bu “merkezde olmama'' duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.
Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime “mutluluk nedir?'' diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki?
Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen korkardım.
Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi. Benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.
Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.
Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler… Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.
Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.
Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca, otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini, camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.
Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.
Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu.
Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.
Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı.
Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.
Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.
Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!'' diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.
Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.
İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.

mutlulugu aramak ...

insanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş
hep şikayetçi,hep bıkkınmış
birgün melekler, mutluluğu saklamaya karar vermişler.
saklayalım,zor bulsunlar...
zor buldukları için belki kıymetini bilirler diyerek başlamışlar
tartışmaya...
sorun büyükmüş...
mutluluğu saklamak kolay değilmiş çünkü...
kimisi:
'everestin tepesine saklayalım' demiş, kimisi
'atlas okyanusunun dibine' demiş.
tac mahalin kubbesi, mekke sokakları, italyan sofrası...
bir hastanenin yenidoğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi...
sigara paketi,lale bahçesi...
pek çok yer düşünmüşler ama hiç biri yeterince zor gelmemiş.
derken meleklerden biri;

'iÇLERiNE SAKLAYALIM' demiş...
'kimsenin aklına gelmez ki içine bakmak! ! ! '

işte o gün bugündür mutluluk insanın içinde saklıymış...
hiçbir mutluluk kolay bulunmuyor.kolay kolay gülmüyor insanın yüzü...
emekte ve insanın içinde saklı mutluluk...
ne başkasının ekmeğinde,ne başkasının evinde,ne de başka bir şeyde...
bu yüzden gözünüz hep içerde olsun...

(gönderen arkadasıma tşkler)

09 Aralık 2006

9 aralık

08 Aralık 2006

Messenger yamalama



ayrıntılı bilgi buradan alınabilir. program buradan download edilebilir. Sürüm MSN Messenger için 7.5.0324, Windows Live Messenger için 8.1.0106 (Beta)arası

06 Aralık 2006

evanescence - lithium



Albümün en güzel parcalarından biri ve albumun ikinci klibi.

Lithium, don't want to lock me up inside.
-Lityum,beni içine kilitlemeni istemiyorum

Lithium, don't want to forget how it feels without...
-Lityum,yokken...nasıl hissettiğimi unutmak istemiyorum

Lithium, I want to stay in love with my sorrow.
-Lityum,aşkın içinde kederimle birlikte kalmak istiyorum

Oh but God I want to let it go
-Ama tanrım,gitmesine izin vermek istiyorum



Come to bed, don't make me sleep alone
-Yatağa gel,beni yalnız uyutma

Couldn't hide the emptiness, you let it show.
-Boşluğa saklanamazdın,göstermesine izin ver

Never wanted it to be so cold.
-Çok soğuk olmasını istemedim asla

Just didn't drink enough to say you love me.
-Sadece beni sevdiğini söyleyecek kadar içmedin


I can't hold on to me
-Kendime dayanamıyorum

Wonder what's wrong with me.
-benimle yanlış olan nedir merak ediyorum


-----chorus------

Don't want to let it lay me down this time.
-Beni şuan aşağı bırakmanı istemiyorum

Drown my will to fly.
-Boğularak uçacağım

Here in the darkness I know myself
-Burada karanlık çöktüğünde,kendimi tanıyorum

Can't break free until I let it go
-Gitmeme izin verinceye kadar beni özgürce koparamazsın

Let me go
-Gitmeme izin ver


Darling, I forgive you after all.
-Sevgilim herşeyden sonra seni affediyorum

Anything is better than to be alone.
-Hiçbir şey yalnız olmaktan daha kötü olamaz

And in the end I guess I had to fall.
-Ve sanırım sonunda düşmüş olacağım

Always find my place among the ashes.
-Daima yakılmış cesedin küllerinde bir yerde ara


I can't hold on to me,
-Kendime dayanamıyorum

Wonder what's wrong with me.
-Benimle yalnış olan ne,merak ediyorum


ilgili diger postlarım

01 Aralık 2006

internetin faydaları...

oh beeee

25 Kasım 2006

şeffaf beyaz(!) eşya




Ben cok begendim tebrik ediyorum tasarımcıları.
Kaynak: (tokyomango - hafif.org)

24 Kasım 2006

trtube kendini paylas


Bu günlerde Youtube ile tanışmayan internet müdavimi kalmadı sanırım. Bire bir kopyası Trtube "Kendini paylaş- Türkiyenin en iyi video paylaşım sitesi" sloganıyla acılmış hayırlı olsun :)

22 Kasım 2006

soykırım ve tazminat

Yahudiler Hitlerin elinden kurtulduklarında hiçbirşeyleri kalmamıştı . Bırakın devlet kurmayı yiyecek ekmekleri dahi yoktu . Ancak uluslarası camia Almanyanın soykırım yaptığını kabul ettiğinde yahudilere tazminat yolu açılmış oldu . Yahudiler açtıkları davalarla neredeyse tüm alman şirketlerini ve alman bankalarını tazminata mahkum ettirdi . Bugün satılan bir Mercedesten bile belli oranda İsrail hükümetine pay gidiyor ve bu durum gizli değil, zaman zaman gündeme geliyor. İsrail bugün dünyanın en zengin ülkelerinden biri . Ülkelerinde nükleer reaktörlerden tutun en son teknolijiye sahip uçak fabrikaları bile var .

Ancak Hitler döneminde dünyanın en zengin ve en gelişmiş ülkesi olan Almanya bir dönem toparlanmış gibi görünse de belini doğrultamadı .Ekonomisi son 10 yıldır gittikçe kötüleşiyor .

Ermenistan çok fakir bir ülke . Hiçbişeyleri yok . Açlar . Sanayileri , markaları hiçbişeyleri yok . Avrupanın lider ülkesi Fransanın bu soykırımı tanıyıp bize tazminat davası açılması yolunu açması bir anda tüm diğer ülkelere sıçrayacak . Şu an ciğerci kapısında bekleyen kediler gibi ellerinde dosya bekleyen ermenistan hükümeti açacağı binlerce tazminat davası ile Türkiyeyi çok zor duruma düşürecek . Zaten belimiz kurulduğumuz günden beri bükük duruyor , bu tazminatlar Osmanlıyı çökerten kapitilasyonlar gibi bizi de çökertecektir .

Siyasi görüşün ne olursa olsun , bu memleketin insanıysan bu maili yayabildiğin kadar yay , şu bilinçsiz halkını uyarmaya çalış .

Fransız markalarından alışveriş yapma , 3 kuruş fazla ver , 2 adım fazla yürü başka marka kullan . Cebin haysiyetinin önüne geçmesin .

19 Kasım 2006

Tanımadıgınız KızLArLa Msnde Konuşunca Ne Olur

Tanımadıgınız KızLArLa Msnde Konuşunca Ne Olur :)

e : slm
k : slmda kimsiniz
e : ii sey ben murat
k : hangi murat
e : dorduncu murat eueheu
k : defol
--------------------------
e : slm naber
k : slm iii kimsin
e : benmi
k : yok arkandaki
e : ha o ercan
k : byeee
e : tuh be ercanin yuzunden engelledi

devamı ...


e : ya nerdesin gorusmeyeli cok ayip ediyosun ha
k : pardon?
e : tamam bi daha olmasin
k : sen de kimsin be defol
---------------------------
k : msn adresimi nerden aldiniz
e : ii migrosda ucuzluk vardi toptan aldim
e : tuh be cevrim disi oldu
------------------------
k : kimsiniz
e : talihine darilmis umutlara sarilmis sevmiste terk edilmis bir gonul yorgunuyum(ferdi babadan alinti yaptim)
k : boyle birini tanimiyorum bye
--------------------------
k : adresimi nerden buldun
e : ii sey dun gece ak sakalli bi dede ruyamda bu adresi verdi
k : soyle o dedeye bi milli piyangodan sonra cop catanligami basladi
e : valla bende anlamadim
k : hadi sana tatli ruyalar anca bulusursun ak sakalli dedeyle
------------------------------
k(yabanci kiz) : what is this
e : this is a book
k : my email??
e : senin adresi wc de dusunurken buldum
k : sen turksun galiba
e : nerden bildin
k : ee turkun akli ya kacarken ya z.carken neyse bye
--------------------------------
k : kimsin
e : Allahin cooluyum
k : yapma ya hic cekilmiyosun bye
--------------------------------
e : slm ben ahmet
k : hangi ahmet
e : unutuldukmu yoksa
k : haa anteptekimi
e : eeevet o iste
k : amma kekmissin benim antepte tanidigim yokki bye
-----------------------------------
e : slm ben mehmet aga
k : hangi mehmet aga
e : cizmeli kedinin agasi
k : nasil yani
e : sari cizmeli mehmet aga iste
k : oylemi biz sehre tasindik agalik kalkti bye
---------------------------------------
k : slm adresimi nerden buldunuz
e : googleden yav adamlar ne guzel yapmis aradigin hersey var
k : ben oyle kolay bulunmam
e : o zaman sen hintlisin
k : ne alaka
e : kolay bulunmuyasan bulunmaz hint kumasisin ehuehe
k : hahaha cok komik msn im gormesin seni
-----------------------------------
e : slm mailimi nerden aldin
k : benmi almisim sen kaydettin
e : ben kaydettim diye eklemen mi lazim hemen
k : ee sen bilirsin ozaman byee
----------------------------
k : slm
e : slm
k : isim ne nerden
e : vayy direk mevzu ha
k : sana iylik yaramaz
e : dur gitmeee tamam tamam tuh gitti
-----------------------------------
e : slm
k : slm sebnem ferah dinlermisin
e : yok
k : o zaman bye
e : sen ferdi tayfur dinlermisin
k : yok
e : o zaman sana bye
yaratıga benzeyen bebek video

17 Kasım 2006

Sasha Dith - Russian girls



Rtuk tarafından sakıncalı bulunan klip Sasha Dith - Russian girls

blogunuza mp3 player



buraya bakın özellikle h kısmına :)

14 Kasım 2006

beyzanin kadinlari



google video film tam olarak yüklenmis izlemek isteyenler icin koydum :)

Beyza'nın Kadınları

Oyuncular
Tamer Karadağlı , Demet Evgar , Levent Üzümcü , Arda Kural , Haldun Boysan , Engin Hepileri , Berrak Tüzünataç , Aslı Bayram , Damla Başak , Salih Güney , Mine Çayıroğlu

İstanbul’un çeşitli semtlerinde bulunan kesik bacaklar halk arasında panik yaratmaya başlarken komiser Fatih olayı çözmekle görevlendirilir. Bu dava boyunca ortağı, Amerika’da eğitim almış bir seri katil uzmanı psikiyatr olan Doruk’tur.
Seri katil profillerini çözmedeki başarısına rağmen Doruk yanıbaşındaki sorunun farkında bile değildir. Karısı Beyza bilinç kayıplarıyla başetmeye çalışmakta ve kayıp zamanlarının izini sürmektedir
Komiser ve psikiyatr seri katil bulmacası içine her gün daha fazla gömülürken, Beyza da nasıl olduğunu anlamasa da kurbanlarla arasında tuhaf bir ilişki farkeder.

10 Kasım 2006

Kız yurdunda "çıplak erkek" bulundu!

Kütahya'daki bir kız öğrenci yurdunda “çıplak erkek” görüldüğü ihbarı üzerine harekete geçen polis ekipleri operasyon düzenledi. Yurt binasında çıplak halde yakalanan bir kişi gözaltına alındı.

Hurriyet

09 Kasım 2006

fışkıran kolalar

google videonun bu ara 1 numarası
Diyet kola ve nane aromalı şeker deneyleri


nil - peri

İzlemek isteyenler için Nil Karaibrahimgil'in yeni klibi



Buraya bakmadan geçmeyin perili klip

Burda da gayet sanatsal bir çalışma izleyebiliyorsunuz



youtube video

nazan öncel - aşkım baksana bana



youtube video

Nazan Öncel yeni albümünün ilk klibini çekmiş. Epey keyifli bir çalışma olmuş

fergie videos

Fergie
Fergie London Bridge



Fergie-Fergalicious



google video

lily allen videos

Lily Allen , spaces

smile


LDN



google video

04 Kasım 2006

mtv video müzik ödülleri

adayları ve kazananları buradan görebilirsiniz. Mtv Türkiye ödül törenini pazar (5 kasım) da Türkce altyazılı olarak yayınlıyor.

Best Male Video
* James Blunt, "You're Beautiful"
Busta Rhymes featuring Mary J. Blige, Rah Digga, Missy Elliott, Lloyd
Banks, Papoose & DMX, "Touch It (Remix)"
Nick Lachey, "What's Left Of Me"
T.I., "What You Know"
Kanye West featuring Jamie Foxx, "Gold Digger"

Best Female Video
* Kelly Clarkson, "Because of You"
Christina Aguilera, "Ain't No Other Man"
Nelly Furtado featuring Timbaland, "Promiscuous"

Shakira featuring Wyclef Jean,"Hips Don't Lie"
Madonna, "Hung Up"

Best Group Video
* All-American Rejects, "Move Along"
Panic! At The Disco, "I Write Sins Not Tragedies"
Fall Out Boy,"Dance, Dance"
Red Hot Chili Peppers, "Dani California"
Gnarls Barkley, "Crazy"

Best Rap Video
* Chamillionaire featuring Krayzie Bone, "Ridin"
50 Cent, "Window Shopper"
T.I., "What You Know"
Busta Rhymes featuring Mary J. Blige, Rah Digga,
Missy Elliott, Lloyd Banks, Papoose & DMX, "Touch It (Remix)"
Yung Joc featuring Nitty, "It's Goin' Down"

Best R&B Video
* Beyonce featuring Slim Thug & Bun B, "Check On It (Pink Panther)"
Mariah Carey, "Shake It Off"
Chris Brown, "Yo (Excuse Me Miss)"
Mary J. Blige, "Be Without You"
Jamie Foxx featuring Ludacris, "Unpredictable"

Best Hip Hop Video
* Black Eyed Peas, "My Humps"
Kanye West featuring Jamie Foxx, "Gold Digger"
Common, "Testify"
Three 6 Mafia, "Stay Fly"
Daddy Yankee, "Rompe"

Best Dance Video
* Pussycat Dolls featuring Snoop Dogg, "Buttons"
Madonna, "Hung Up"
Sean Paul, "Temperature"
Nelly Furtado featuring Timbaland,"Promiscuous"
Shakira featuring Wyclef Jean, "Hips Don't Lie"

Best Rock Video
A.F.I., "Miss Murder"
30 Seconds To Mars, "The Kill"
Panic! At The Disco, "I Write Sins Not Tragedies"

Red Hot Chili Peppers, "Dani California"
Green Day, "Wake Me Up When September Ends"

Best Pop Video
* Pink, "Stupid Girls"
Christina Aguilera, "Ain't No Other Man"

Madonna, "Hung Up"
Shakira featuring Wyclef Jean, "Hips Don't Lie"
Nelly Furtado featuring Timbaland, "Promiscuous"

Best New Artist in a Video
* Avenged Sevenfold, "Bat Country"
Angels And Airwaves, "The Adventure"
James Blunt, "You're Beautiful"

Panic! At The Disco, "I Write Sins Not Tragedies",
Chris Brown featuring Juelz Santana, "Run It"
Rihanna, "S.O.S."

Viewer's Choice
* Fall Out Boy, "Dance, Dance"
Chris Brown featuring Juelz Santana, "Run It"
Rihanna, "S.O.S."

Shakira featuring Wyclef Jean, "Hips Don't Lie"
Kelly Clarkson, "Because of You"

Video of the Year
* Panic! At The Disco, "I Write Sins Not Tragedies"
Christina Aguilera, "Ain't No Other Man"
Red Hot Chili Peppers, "Dani California"
Madonna, "Hung Up"
Shakira featuring Wyclef Jean, "Hips Don't Lie"

03 Kasım 2006

shakira hips don't lie 3



final fantasi animasyon versiyonu
+16 komik versiyonu
And more google video

26 Ekim 2006

scrat no time for nuts



buz devri filmini izleyenler bu karakteri hatırlayacaklardır. Güzel bir animasyon

feed

kırmızı laptoplu kız

Bir zamanlar interent hastası bir kız varmış. Annesi ona üzerinde kırmızı kapağı olan bir laptop almış. Kız bu laptopu çok seviyormuş ve nereye gitse onunla gidiyormuş. Bu nedenle de herkes ona Kırmızı laptoplu Kız diyormuş.

Bir gün “Kırmızı Laptoplu Kız!” diye özel mesaj atmış kızın annesi. “Büyükannen hâlâ hasta. Hadi nete gir de, ona yaptığım şu ilaç tarifini yolla .”
Kırmızı Laptoplu Kız da laptopunu almış , ve nete girmiş.
“seni biri msn e eklerse sakın kabul etme demiş annesi.ama kızın listesi bomboşmuş!çok üzülüyormuş buna
“eklemem anne,” demiş Kırmızı Laptoplu Kız.
Tam nete girmiş, bikaç saniye olmuş ki kurt nickli birinin msne eklediğini görmüş. Kırmızı Laptolu Kız heyecandan az kalsın elindeki mauseyi düşürüyormuş. eklemeye karar vermiş kurt'u. “napıosun nette güzel kız'' demiş kurt.
“Büyükanneme bi dosya göndermeye uğraşıyorum ,” demiş Kırmızı Laptoplu Kız. “adresi büyükanne@....... Büyükannemin sağlığı pek iyi değil. Bu arada adım ‘güzel kız’ değil, ‘Kırmızı Laptoplu Kız.’ ”demiş
“Özür dilerim Bilmiyordum.”demiş kurt!ardından hemen büyük annenin msnı hackleyıp oturum açmış.

Kırmızı Laptoplu kız büyükannesinin oturumu açtığını görünce çok sevinmiş.
merhaba büyükanne, demiş
“senmisin ?”demiş kurt.
“Benim, Kırmızı Laptoplu Kız.”
“hoşgeldn kızm” demiş kurt. “noldu neden nettesin?”demiş ardından
sana ilaç için tarif yaptı annem onu yollıacam demiş.Kırmızı Laptoplu Kız şüphelenmiş neden böyle kısaltmalarla yazıo büyükannem diye düşünmüş!sonra büyükannesinin hasta olduğu aklına gelmiş ondan kısaltmalar falan yapıo herhalde demiş
Kurt,büyük annenin avatarından bulup koymuş!
“yolla dosyayı” demiş kurt.

Kırmızı Laptoplu Kız , yollamış dosyayı!ama aktarım hızı çok düşükmüş
kurt da bı dosya yollamış sen bunu yükle daa cabuk ındırırım o zaman ben senın yolladıgın dosyayı demiş
kabul etmiş Kırmızı Laptoplu Kız
“bu dosya niye rar'lı Büyükanne?”
“daa cabuk yükle diye kızım” demiş kurt.
“bunun da aktarım hızı yavaş neden yükleyip zaman kaybediyoruz”
“ilerde yollıacağın dosyalar hep hızlı gelcek de ondan” demiş kurt.
“neden bu dosyanın üstünde hack prog yazıo?”
“Seni haclemek için ” demiş kurt.
aktarım tamamlanmış ve kurt bizim Kırmızı Başlıklı Kızın laptopuna girmişşşşş
dosyalara falan bakmış .Kırmızı Laptoplu Kızın resimlerini falan çalmış!!öleee oyalanıomuş bizim kurt

Ama ne var ki Kırmızı Laptoplu Kızın büyükannesi ünlü hacker HACER ANAymış
“Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye mesaj yollamış HACER ANA.çaldığı tüm dosyaları geri almış.ve kurdun hard disc'ini yakmış
Büyükanne, Kırmızı Laptoplu Kız’ın ona yolladığı dosyayı almış!. tarife göre hazırlamış ilacı ve içmiş.büyük anne iyileşmiş!Kırmızı Laptoplu Kız da bı daa tanımadığı kımselerı msn'e eklemeyecegıne söz vermiş...

24 Ekim 2006

citypixel

- Sevgili Matej musaitsen size çay içmeye gelecegiz.
- Ne demek abi buyur gel kapımız açık
- Hanıma söyle güzel bir kek yapsın ama cayın yanına
- Yeterki sen iste abi 10 katlı pasta bile alırım ben sana
:Pp

sanal şehrimize hemen bir göz atın. Kendinizi tanıtıp dairenizi döşemeye başlayın size de gelecez ziyerete :)

12x zoom



Fotograf makinenizin zoom yapabilmesi bazen işinize çok yarayabilir. Bakın

mini ütü



bu mini ütüyü 14,98$ alabiliyorsunuz (almasanızda bakın özelliklerine canım)

kare yumurta aparatı

Bu aparatla kare yumurta yemenin tadına varıyoruz. Yumurtamız böyle bir şey oluyor.

Evet tahmin etmek güç degil bir Çin işi 3,49$ (yahoo) alabiliyorsunuz.

Afiyet olsun başka ne diyelim

Eglenceli bir tanıtım videosu bu da:

kabak oymaca

Bal kabagınızı oyup Hallowen Day icin arkadasınıza gönderiyorsunuz. içinizde kalmasın buyrun sizde bir balkabagı hazırlayın.

güzellik sırları

Önce
Sonra

Sizde güzelliginiz için Photoshop kullanın. :) Buraya tıklayıp resmin yüklenmesi tamamlandıktan sonra mausunuzu resmin üzerine getirin farkları görün.
*

hoş çizimler

hayran olmamak imkansız bakın

komik cocuklar

Buradan bakabilirsiniz. Eldiveni ayagına giymeye çalışan ile köpegi ısırmaya çalışan çocuk çok komik :)

Dubai de sis


Resimler çok hoş tıklayın

sıra dışı puma ayakkabı reklamı



Daha fazlası icin tıklayın

spamlarınız afiyetle yenir

Ne kadar leziz, başka yok mu?
Spamlarınızı gönderin bize, biz sizin yerinize yiyelim

Spamgourmet (Tr) sizi istenmeyen postalardan kurtarıyor. Genelde bir siteden bir forumdan bir sey almak istiyorsunuz ama mail adresinizi verip üye olmanız gerekiyor. İşte tam bu sırada bu spam yiyicimiz imdadımıza yetişiyor.
Siteye ilk önce kayıt olup mail adresinizi dogrulamanız gerekiyor. Daha sonra tek yapmanız gereken sizden posta adresinizi isteyenlere uyduruk bir adres vermek. Şu formatta bir adres veriorsunuz:

herhangibirkelime.2.kullanıcıadınız@spamgourmet.com burdaki 2 almak istediğiniz mail sayısı. Kullanıcı adınız ise bu servis icin kullandığınız olmalı.

21 Ekim 2006

hemen paylas kapatılıyor


Hemen Paylaş paylaşım sitesi telif yasalarından dolayı zor duruma düştügünü ve kapatılacagını açıklamış. En azından sahibinin başını ağrıtmayacak bir şekilde güncellenecek.

Yüklemiş oldugunuz dosyaları yedekleyin.

acıklama
Hemen paylaş
Bildirgec - Hemenpaylas.com kapanıyor

mtv türkiye reklamı



Mtv Türkiye reklamı ilginç :)

diger videolar 1-2
* mtv türkiye

20 Ekim 2006

fransız filmlerini boykot etmek



Haberi buradan görebilirsiniz

yeni albümler

Murat Kekilli - Ahir zaman (Rapidshare)
Emre Aydın - Afili Yanlızlık (hemenpaylas)
Nazan Öncel - 7'in Bitirdin (Rapidshare)
Sezen Aksu - Allah'a Ismarladık (Rapidshare)

http://www.paylaskaynas.com/

tanrım beni bastan yarat


milliyet

16 Ekim 2006

metal fırtına 3



Metal Fırtına serisi 3. Kitapla devam ediyor.

Degerli bir arkadaşımız özenip taramış, buyrun buradan (pdf döküman-1,42mb) indirin. Bir göz atıp begenirseniz satın alın
Ayrıntılı bilgi için ziyaret edin.

İlk kitabın diger yazarı: Burak Turna da sanırım çalışma içinde.

12 Ekim 2006

İngilizce emri anlamadık!

Kore Savaşı’nda Türk tugayının Kunuri’de verdiği ağır kaybın nedeni 56 yıl sır olarak kaldı. Bölgeye ikinci kafilede tercüman olarak giden Tuna Baltacığlu büyük kayıpla ilgili ilginç bir neden gösterdi: ‘ABD’liler ‘Çekilin’ dedi. Tabii İngilizce. Kimse anlamamış..

star

11 Ekim 2006

pozitif ve negatif

Çok eskilerde yaşayan bir dede varmış. Tüm halk merak ettigi ya da proplem yaşadıgı ne varsa ona sorar ondan yardım isterlermiş. Dedim ya bilge bir kişiymiş ve bilginin ışıgında hareket edermiş. Bir gün evinin önünden geçen bir adam bilge kişinin kapısının önünde kıyasıya kavga eden iki köpek görmüş. Köpeklerden biri simsiyah, digeri ise bembeyaz imiş. Adam merak etmiş ve merak edip bilge kişinin kapısını çalarak ona köpeklerin niye zıt renkte olduklarını ve sürekli kavga ettiklerini sormuş. Bilge dede de beyazın pozitifi yani iyiyi, siyahın ise negatif yani kötülügü temsil ettiğini söylemiş. Adam bu kez hangisinin kazanacagını sormuş, bilge dede de gülümseyerek "Ben hangisini çok beslersem o kazanacak" demiş.

Kontrol Kimde?
Bihin Edige
Neden kitap yayınları

Sehir efsaneleri

Denize dalarak size doğru ateşlenen silahın kurşunlarından korunabileceğinizi biliyor muydunuz?

Belki bu hileyi şimdiye kadar izlediğimiz James Bond filmlerinde görmüş ama olayın heyecanından kendimizi kurtardığımız anda böyle bir şeyin sadece filmlerde olabileceğini düşünmüştük. Fakat 'Discovery' kanalının en hit şovlarından 'Mythbusters'ın yapımcıları bu hilenin ve bunun gibi onlarca ilginç şehir efsanesinin gerçekten de hayat kurtardığını bilimsel verilerle açıkladı.

Milliyet

eglenceli kostümler



buradan bakabilirsiniz...
Ya da buradan :)